Tuesday, September 8, 2009

Kayan Yıldız


Neşeli bir geceydi. Arkadaşlarımla eğlenceden dönmüştüm. Biraz içkiyi fazla kaçırmışım. Saat 4 sularında eve döndüğümde topuklu ayakkabılarım elimdeydi ve çıplak ayaklarımla evimin kapısına giden yoldaki her taşa takılıyordum. Her takıldığım taşta gülmem biraz daha artıyordu. En sonunda taşlı yol bittiğinde evin girişindeki verandaya oturmak zorunda kaldım. Beni taksiyle eve bırakan arkadaşlarım Merve ile Hakan halime bakıp katılarak gülüyorlardı. Bense her üçümüzün de haline gülüyordum. Merve bana arabanın camdan beline kadar sakmış haliyle kocaman bir öpücük gönderdi. Sonra da taksi yavaşça kapımdan uzaklaşarak sokağın köşesinden dönüp gözden kayboldu. Ben de çantamdan ev anahtarımı bulmaya çalışıyordum. Ama çantada birbirinin aynısı 2 ev anahtarı vardı ve ben birini bile tutamıyordum. En sonunda pes ettim ve sırtımın arkasındaki basamağa dirseklerimi dayadım ve yukarı baktım... Gökyüzüne... Değişik parlaklıkta sonsuz sayıda yıldız vardı.. ve bunların içinden milyonlarcası bana göz kırparken benim onlara dik dik bakmam doğru değildi.. Ben de onlara göz kırptım. Sanki tam da bunu yapmamı bekliyormuş gibi yaşlı olduğunu hayal ettiğim küçücük parlak bir yıldız, ağır ağır süzüldü gecenin siyah yüzünden ve kayıp gitti. Bir dilek hakkım vardı artık. Herşey olabilirdi o dilek. Ama yarım saniyeden az bir sürede çıkıveren ismi yakalayamadım ağzımdan kaçarken. Ve işte o anda film koptu. Gecenin büyüsü bozuldu. Kendime düşünmeyi yasakladığım, çivi çiviyi söksün diye yerini başka isimlerle doldurmaya çalıştığım isimdi o. İsmin sahibi hakkında hatırladığım şeyler, 6 yıldır yüzünü bile görmediğim, adını ise ortak arkadaşlarımızdan bile çok nadir duyduğumdu. Şimdi keşke burada olsaydı, demeyeli bu kadar uzun zaman olmuşken neden şimdi vodka? Ya sen, şarap? Sen masum musun sanki? En suçlusu sensin belki de. Her damlanda biraz daha onu gösterdin bana. 6 sene boyunca, çift olarak girsem bile, tek başıma sabahladığım yatakta onun adını fısıldadın bana. Yüzü biraz daha solsa da her ziyaretinde, gülümsüyordu bana elâ elâ. Bu da bana yeter, desem de asla yeterli gelmeyendi O.
Böylesine mutlu bir geceye ne de güzel! bir son. Orada, elimde ayakkabılarım, dağılmış saçlarım ve hayalgücü gerektirmeyecek kadar açılmış yırtmacımla verandada otururken, o gece neyi kutladığımızı bile unutmuştum. Şimdi ne kadar anlamsız geliyordu terfi olmam? Aklıma gelen anılar 6 sene öncekilerin tıpatıp aynısıydı ve hiç de terfi olmayı da düşünmüyorlardı. Onlar hala elele dönülen okul yolundalardı. İncir çekirdeğini doldurmayan konularda olsa bile dört gözle beklenen SMSlerdeydi. "Still I'm Sad"in introsunu dinliyor, sinemada "Kelebek Etkisi"ni izliyorlardı.
Başımı yukarı kaldırdım tekrar. Sanki hiç birşey olmamış gibi yanıp yanıp sönüyorlardı yıldızlar. Yine göz kırpıyorlardı bana ve hiç de özür diler gibi bir halleri yoktu. Bu defa karşılık almayacaklardı. Kızgındım onlara. Bunun tek iyi tarafı anahtarlarımı bulabilecek kadar ayılmama neden olmasıydı. Eteğimi düzelttim. Ayağa kalktım. Basamakları çıkmaya başlamadan önce tekrar baktım gökyüzüne. Onlara söyleyecek bir çift sözüm vardı... Derken, bir yıldız daha kaydı. Ve bu kadar kızgınlığın, şaşkınlığın üzerine ağzımdan yine aynı isim fırlayıverdi o anda: Driant !

Saturday, June 6, 2009

Kız Düştü


Kız üzülmüştü. Böyle olmasını beklemiyordu. Koşman gerek dediler ona, koşmuştu işte.. Ama ayağı taşa takıldı. Şimdi yere düşüyordu. Henüz yere düşmemişti ama düşüyordu. Birazdan ağzı, burnu kanayacak; dizleri, avuçlarının içi sıyrılacaktı. Burada yanında biri olsaydı, onu tutardı. Ama etrafta kimseler yoktu. Kız yalnızdı. Kız sessizdi. Yardım için bağırmak anlamsızdı. Ona düşüncelerinden başka kimse o kadar hızlı ulaşamazdı. Belki de düşmesi gerekiyordu. Şimdi! Hemen! Yaklaşan asfalta daha önce hiç şimdiki kadar dikkat etmemişti. Belki de yüksekteyken gözleri, ayaklarının altında kalan bu alaca renkli cisime hiç değmemişti. Yeşil veya kırmızı olabilirdi asfalt, gri-siyah olmak yerine. İşlevini yerine getirmesi yeterliydi kız ve diğerleri için. Fakat şimdi farkediyordu gerçeği. Ayaklar yakındı yere. Görüyordu asfaltın karasını. Bir adım sonrası hep siyahtı onlara. Koşmak bunu değiştirmeyecekti. Baş zorlamadıkça onları, ayaklar koşmak istemezdi. Ayakları zorlamak yersizdi. Kızın başı şimdi siyah asfaltla tanışacaktı işte. Aşağısı her zaman siyahtı. Ayakları ağrımaya başladığında yavaşlamalıydı ama o durmadı. Daha sonra ayakları yalpalamaya başladığında yavaşlamalıydı ama kız o zaman da durmadı. Düşüşü sert olacaktı, canı yanacaktı; farkındaydı şimdi. Daha önce bir hışımla ezip geçtikleri yakacaktı canını. Ve düştü kız. Koşarken ayaklarına çektirdiği ızdırap yaktı yüzünü. Yüzüstü uzanmışken yere ayakları ve yüzü aynı seviyede iken, anladı neden düştüğünü. Kız bir bütündü. Ayakları, elleri, başı, gövdesi; hepsi bağlıydı birbirine, bağımlıydı. Doğru zamanda doğru adımı atmalıydı. İstese bile başını ayaklarından daha ileri götüremezdi. Ayakların ise her zaman bir başı vardı ama doğru idare edilmezlerse, bütün vücut dengesini kaybeder, işte şimdiki gibi yere düşerdi. Yaralarına baktı, bacakları sıyrılmıştı, burnu kanıyordu.
Ayaklarından yardım alarak ayağa kalktı. Tekrar yürümeye başladı, ama bu defa asfaltın bilincinde. Bu defa ayaklarını yormadan...

Friday, March 27, 2009

Bu aşk acısı değil, fil !


Bir cumartesi gecesi... Vapurun en üstünde, açık bölümde ben hariç 20 belki 25 kişi var. Hava biraz soğuk ama İstanbul havası, bu yüzden kimse şikayetçi değil halinden. Herkesin yüzünde ufak da olsa bir tebessüm var sanki; en yorgun görünenler bile kapalı gözlerinin altında bir yerlerde gülümsüyor. Eğlenceden dönen gruplardaki, saçları en az 2 saatte yapılmış kadınlar bile, azgın boğaz rüzgarının, saçlarının şeklini bozmasına aldırış etmeden, bağıra çağıra gazinoda bıraktıkları yerden devam ediyorlar şarkı söylemeye. Sevgililer parmakları birbirine dolanmış bir halde otururken, yaşlı çiftler omuzlarına koydukları bir şala ortak olup ısınmaya çalışıyorlar. Bense ceketimin düğmelerini iliklemiş, kazağımın yakasını dudaklarıma kadar çekmiş, bir İstanbul boğazına, bir de vapurdaki insanlara bakıyorum. Şu anda, buraya yakışmayan tek şey benmişim gibi duruyor. Vapur sarsıldıkça, karşımda oturan çiftin bavulu ayaklarına çarpıyor. Nasıl da dansediyor dalgalarla, şuna bak! O bile benden daha neşeli. Sonra kendi çantama bakıyorum. Kıpırdamıyor bile. İçimdeki ızdırap ona da sinmiş. Herkes neden benden daha mutlu? Neden illâki bu gece?
Uzaktaki bir martının sesi karışıyor hatıralarıma ve birden alıyorum sorumun cevabını bir meleğin tanıdık sesinden:

“Hani yeni bir ayakkabıya ihtiyacın olduğunda, sokakta, iş yerinde, dergilerde gözlerin hep ayakkabılara takılır ya, sanki o insanlar üzerlerine birşey giymemişler gibi, bir çift ayakkabıdan başka... İşte, sen bu gece yalınayaksın.”

Sen bilirdin hep böyle gereksiz şeyleri, öyle değil mi? İnsan psikolojisi hakkındaki merakın okutturuyordu sana, o boş kişisel gelişim kitaplarını. Oradan öğrendiklerini, hep bana satardın, sanki ben çok ilgileniyormuşum gibi... İlgilenmiyorum, anladın mı? Hiç ilgilenmedim. Tanıştığımız gün bile o saçma kitaplardan birini okuyordun. Hem de öyle kendinden geçmiş bir şekilde okuyordun ki, dikkatini çekebilmek için bilinçli olarak kahvemi kitabının üzerine dökmek zorunda kalmıştım. Gözlerini kızgınlıkla bana diktiğinde, iyi bir azar işiteceğimi anlamıştım ya, ayıramamıştım gözlerimi senden. O kadar güzel olmak zorunda mıydın? Hep ensende topladığın sarı saçlarını, neden o gün açmıştın? Keşke hiç tanışmasaydık! Keşke yağmur yağmasaydı o gün! Ben otobüsümü kaçırmasaydım! Ve sen.. O gün, yağmurdan kaçmak için benim oturduğum kafeye sığınmasaydın! Dur bir saniye.. Saçlarını bu yüzden mi açmıştın Zeynep, yağmurda ıslandıkları için mi? Keşke uzaktaki o martı yine bulup çıkarsa sesini hatıralarımdan. Cevaplara değil ama, senin sesini duymaya ihtiyacım var. Eskiden burnuma çektiğim hava, mutluluktan beni coştururken, şimdi çaresizlikten kıvrandırıyor. Artık sadece şarabın kokusunu tanıyorum. O, benim morfinim. Sabahları uyandığım zaman, yatağın diğer yanındaki boşluğu her görüşümde yüreğimin üzerine oturan fili sadece içki kıpırdatıyor yerinden. Sonsuz bir kovalamacanın içindeyim Zeynep. Her gece göndersem de o fili, geri geliyor her gündoğumunda. Gerçi sen seversin filleri, bilirim!

“- Filler hiçbirşeyi unutmazlarmış, biliyor muydun Can?
- Hadi ya! Neden?
- Çünkü beyinleri .............”

Gerisini dinlemedim. Bizim takıma penaltı vermişlerdi. Nereden bilebilirdim, gözlerimi yanlış yerdeki yeşile dikmiş olduğumu? Şimdi hep denizlerdeyim, o zamanları telafi etmek için. Ama sen görüyorsundur beni yukarıdan zaten, değil mi? Melekler her zaman izler seni, derdi annem. Vapurun demirlerine dayanıp da gözlerinin rengindeki denizden bir damla da ellerime gelsin diye çırpındığımı gördüğünde, sakın üzülme. Aksine ben mutlu oluyorum sana birazcık yaklaştığımı düşünerek. Çünkü yatağımızda, günlerce hiçbirşey yapmadan öylece yatmayı da denedim, faydası olmuyor. Tanıştığımız kafeye de uğradım. Dükkan sahibinden kafenin duvarında duran ikimizin resmini istedim. Kırmadı beni. Hani kafenin müdavimlerine bir fotoğraf köşesi yapmışlardı da, sen çok ısrar etmiştin bizim de resmimiz olsun diye. Sen çok güzel çıkmışsın her zamanki gibi, bense bu fikre isteksiz olduğum belli olsun diye, mümkün olabildiğince sahte bir gülümseme takınmışım. O fotoğraf artık bizim evde. Senden kalan kitaplardan birini okuyordum, resmimizi kitap ayracı yaptım...

Şu gazinodan dönen gruptaki kadınlar iyice azıttı. Söyledikleri şarkıları, kendileri bile takip edemiyorlar artık. Kahkahaları tüm vapura yayıldı. Tam istediğim gibi. Ayağına, içi taş dolu bir çanta bağlamış, yalnız bir adamın vapurun kenarında durduğunu, kimse anlayacak halde değil. “İlk tanıştığı günden beri hayran olduğu karısının gözlerinde boğulacak bir adam var burada” diye bağırsam anlamazlar, engel olurlar ebedi saadetime. Sessizce atlayarak, derinlerde kaybolup gitmek en iyisi öyleyse. Tek üzüntüm fil adına. Çok yalnız kalacak...

Monday, March 23, 2009

Havuçtan sebepler



"Senin annen belki bu çorbayı havuçlu yapıyor olabilir ama ben havuçsuz yapıyorum. Beğenmiyorsan, sofradan kalkmakta serbestsin.."
Ayla, bu kızgınlıkla elindeki kaşığı fırlatıp attı Selim'ın ağzını açmasını beklemeden. Hızlı adımlarla salona gitti. Pencerenin önünde durdu. Selim'in her zamanki gibi, arkasından gelmesini, beline sarılıp, çenesini Ayla'nın omzuna koymasını bekledi. Bir ayak sesi, parkelerden gelecek herhangi bir çıtırtı bekledi. Oysa ne bir ses vardı, ne de bir nefes.. Arkasını döndü, sessizce tekrar mutfağa girdi. Selim, bıraktığı yerde, son gördüğü gibi duruyordu. Gözleri mutfak dolaplarına takılmış ancak boş bakıyordu. "Kimbilir neler düşünüyor?" diye geçirdi içinden Ayla. Az önce hışımla kalktığı yere tekrar oturmaya hazırlanırken farketti ki, kocası artık eskisi gibi genç değildi. Şakakları kırlaşmış, avurtları çökmüştü. Yerine oturduğu sırada gözleri mutfak dolaplarının esaretinden kurtulan Selim de karısının yüzüne baktı. Ayla da yaşlanmıştı, gözlerinin etrafındaki çizgiler artık daha belirgindiler, ve dudakları.. Gülmek için, eskiden olduğu kadar kolay gerilmiyordu. Birbirlerine bakarak, konuşmadan durdular uzun bir süre. Sonra Selim konuşmayı başlattı:
"Seni kırmak istemedim. Havuçlusu da güzel oluyor dedim sadece." dedi Selim.
"Biliyorum," dedi Ayla."Bir an için kendime engel olamadım."
"Çok yoruluyorsun bu aralar istersen konuşmayalım bu konuyu şimdi, dinlen biraz!" diye önerdi Selim.
"Hayır" diye haykırdı Ayla."Konuşalım, ertelemekten sıkıldım artık. Bizi hep erteledik. Bak ne olduk 8 senede. Çorba yüzünden birbirimizi kırıyoruz."
"Tamam, konuşalım öyleyse" dedi Selim.
Ayla hayal kırıklığına uğramış bir sesle; " Ne yani? Sen bir sorunumuz olduğunu düşünmüyor musun?" diye sordu.
"Anlamadım. Nasıl yani?" dedi Selim şaşkınlığını gizleyemeyerek."Konuşmak istedin, ben de peki, konuşalım, dedim."
"Hayır, konuşalım dedin ve bana baktın. Sana göre bu evlilik, sadece benim için mi ters gidiyor?"
"Ben bunu kastetmedim. Birbirimizi ertelediğimizi söyledin. Ertelenenler konuşulsun, diye sen başlayacaktın söze!" dedi Selim. Kendini savundu. 8 senedir yaptığı tek şey buydu. Kendini savunmak.. İşlediği veya işlemediği bütün manevi suçlardan kendini kurtarmaya çalışmak.. Evlilik böyle birşey miydi? Bunları düşünürken artık ilk zamanlardaki sevgisinin, gücünün kalmadığını hissetti Selim. Ayla belki de haklıydı. Ertelenmişlerdi ama artık zaman aşımından dolayı düşmek üzereydi evlilikleri. Farketmesi, neden bu kadar uzun sürmüştü, bilemedi.
Bu defa karşı cinsin ağzını açmasını bekleyemeyen taraf, erkek oldu:
"Ben ayrılmak istiyorum." dedi ve ayağa kalktı.
Kadın konuşamadı, bir kaç saniyeliğine nefes de alamadı. Öylece durdu ve bekledi. Erkeğin bulundukları odadan çıkışını izledi. Paltosunu almak için ilerlerken, çıplak ayaklarının parkelerde bıraktığı izin yavaşça kayboluşunu gördü. O anda mutfak üzerine yıkılmaya başladı sanki Ayla'nın. Hergün en az 5 saatini geçirdiği evin, kendi üzerine doğru yürümeye başladığını hissetti. "Gitme desem", diye düşündü," kalır mı?" ayrılmak Ayla'nın istediği son şeydi. Selimsiz bir hayat bilmiyordu, o olmazsa sudan çıkmış balık gibi her saniye daha çok kuruyarak ölürdü. Sokak kapısı açıldı ve ardından hemen kapanıverdi. Ayla koştu, kapanan kapıyı açtı ve gözyaşları ile haykırdı:
"Öğrenirim!" dedi. Selim arkasına baktı:
"Neyi öğrenirsin?"
"Havuçlu çorba yapmayı.."

Kadın kapıya yaslandı, erkek ise duvara.. Ne kadın kapatabildi 8 senelik kocasının arkasından kapıyı, ne de erkek yürüyüp gidebildi.. Birbirlerine bakakaldılar..

Friday, September 19, 2008

Zalim Yeniçeri'nin Ruhu

Belki de en fenasıymış bu alemin,
Yaparmış hep en kötüsünü herşeyin,
Küçükken diline sürülen biberler,
Ağzına açmış delikler,
Tatlı sözden anlamaz,
"Sulugöz"e bile ağlamaz,
Bir Seydosman Efendi varmış.
Mavi gözlerinin altı morarmış,
Kara kaşları değermiş saçlarına,
Saçları benzermiş püskül-i mısıra,
Derler ki, bahçesindeki tavuklar bile ondan kaçarmış,
Çünkü vücudunun her yerine hacı misi sürer de evden çıkarmış.
Kırmızı fesi kapatamazmış koca kafasını,
Hiç elinden düşürmezmiş kızılcık sopasını,
Bütün mahalle korkarmış bu adamdan,
Çünkü hep haraç toplarmış onlardan,
"Neden alıyorsun bizden liraları?,
Nasıl doyuracağız bu balaları?"
Sorularına verdiği cevap tekmiş:
"Vay vay seni çok bilmiş!
Öyleyse şimdi diyeceklerimi de biliver,
Topla pılını pırtını,burdan tez gidiver,
Zira 'Zalim Yeniçeri'nin Ruhu" gelince,
Bakmayacak zengine, fakire, yaşlıya, gence.
O zaman sakın gelme kapıma,
Kurtar bizi Seydosman, diye yalvarma! "
Eh, fukara ne yapsın, parayı vermek zorunda,
Yok ki yağız bir delikanlı oğlu yanında,
Anaları ölmüş yedi güzel kızıyla,
Beraber yaşarmış Nalbant Selim Usta,
Torun sevecek elleri nasır bağlamış,
Pembe olacak yanakları isle kaplanmış,
Bütün gün çalışır, demir döver durur,
Ancak böyle sekiz boğazı doyurur.
Kızların ise herbiri daha güzel bir diğerinden,
Lakin biri en akıllısı içlerinden.
Hamarat Neriman derler adına,
Köyde herkesin koşar yardımına,
Çuvalını taşıyamayan dedelerin,
Kuyruğu tenekeli kedilerin,
Burnu akan bebelerin kurtarıcısı,
Köyün ismi gibi cesur bacısı.
Severlermiş köydekiler onu yedisinden yetmişine,
Fakat söverlermiş Seydosman Efendi'nin gelmişine geçmişine,
Derlermiş ki hep "Keşke terketse Zalim Yeniçeri'nin Ruhu sokağımızı,
Seydosman'a vereceğimiz paralarla donatsak soframızı.."
Günler böyle geçerken Allah'ın bu köyünde,
Bir salgın peydaholmuş ahırların birinde.
Bir at, iki at derken düşüvermişler birer birer yere,
Salgın yayılmış diğer bütün ahırlara, evlere.
Ölünce hayvanlar ne yapsın bizim Nalbant Selim Amca,
Nasıl para kazansın kimsenin nal çakılacak atı olmayınca,
Yaşlı adamcağız kara kara düşünmeye başlamış,
Seydosman Efendi gelince ne yapacağım ben, diye ağlamış.
Babasının bu halini gören Neriman hemen bulmak istemiş bi çare,
Seydosman gavurunu köyden temelli uzaklaştıracak bi mucize.
Düşünmüş iki gece üç gün aralıksız düşünmüş,
Aklına gelmeyince iyi bir fikir mutsuz olmuş, yüzünü düşürmüş.
Üçüncü günün akşamı gelmiş Seydosman kapılarına,
Demiş, "Usta, sende bir miktar emanetim olacak, ver onu bana"
Selim Usta nerden bulsun bu kısa zamanda o kadar parayı,
"Kıtlık oldu köyde Seydosman Bey oğlum, param yok bundan dolayı"
Seydosman sinirlenmiş, kapıyı pencereyi kırmış,
"Ne demek param yok?" diye bağırıp sopasını çıkarmış.
Kızı Neriman anlamış, bu adam zavallı babasını dövecek.
Hemen bişeyler yapmazsa babasını ancak mezarda ziyaret edecek.
Atlamış babasının önüne, derler ya zor zamanda gelirmiş yaratıcı çözüm,
"Seydosman Efendi, babamın sana verecek emaneti vardır, bu benim sözüm,
Lakin karnımızı doyurmamıza izin ver, ondan sonra öderiz size borcumuzu"
Seydosman hiç dinler mi," Şimdi ödeyin yoksa kırarım boynunuzu"
Neriman son bi çabayla babasını kurtarmaya çalışmış, "Duur!,
İstediğin para yerine bir cansa eğer, babamınki yerine benimki de oluur!
Ben geleyim seninle birlikte, sana evinde hizmet edeyim,
Yeter ki bağışla babamın canını, ölene kadar her dileğini yerine getireyim!"
Seydosman ahlaklı değil ki domuzdu bir insan kılığında,
Neriman'ın sözlerini duyar duymaz kelebekler uçuştu karnında,
En kısa zamanda paranın ödenmesi koşuluyla kabul etti bu dileği,
Ömrünün en güzel yıllarını heba edeceği eve götürdü bu güzel meleği.
Bilmiyordu ki Seydosman, bu çok kötü bir fikir olacaktı,
Nalbant Selim'in kızı onun sonunu hazırlayacaktı.
Bundan bihaber Seydosman, Neriman'a dünyayı dar edermiş.
Yaptığı yemekleri beğenmez, kolalayıp da ütülediği kıyafetleri giymezmiş.
"Kıtlık biter yakında, babam öder borcumuzu,
Kurtarır beni bu hayattan, görmem bir daha bu domuzu".
Ama kıtlık yüzünden bütün ahırlar boşalmış,
İşlerini yapamadıklarından herkes aç kalmış.
Seydosman Efendi tehdit etse de onları Zalim Yeniçeri'nin Ruhu ile,
Alamamış onlardan bir buğday tanesi bile.
Bu gidişle şehirde gördüğü yakutlu zümrütlü kemeri alamayacağını anlayınca,
Hiddetlenmiş bir akşam, " Anlayacaksınız Seydosman'ın kıymetini Yeniçeri gelip de canınızı alınca"
Bir hışımla yürümeye başlamış evine doğru, "Yeniçeri kıracak ceviz gibi kafalarınızı",
Ne Neriman'ı görmüş gözleri, ne de elindeki sıcak çayı, kan gibi kırmızı,
Dökülmüş Seydosman'ın bulunmaz hint kumaşından gömleğinin üzerine,
Birden o sert adam gitmiş, sanki küfürbaz bir velet gelmiş onun yerine,başlamış Neriman'a küfretmeye,
Tam o sıralarda 130 kilometre ötede yaşlılıktan gözleri âmâ olmuş Müvedded Ebe,
Gelinine,"Gözlerim görmüyor diye aptal da sanma beni, Selmangillerin Nurteen,
Kulaklarım çın çın çınladı ettiğin küfürlerden", demiş gelini ona boş gözlerle bakarken,
Neriman demiş, "Ebemin ne suçu var, Seydosman Efendim? Söveceksen bana sövesin,
Ben şimdi gider sana temiz gömlek getiririm, sen burda bekleyesin.."
Seydosman'a gömlek ararken Neriman, bir eski çuval bulmuş,
Bakmış ki içine bir koca kara çarşaf görmüş,
Bir koca çarşaf ki sersen yere,
Kırkbir velet yatar üzerine,
Lakin kokar aynı Seydosman gavuru gibi,
Kırkbir köye yayılır misk-i "hacımisi".
Hemen kapatmış torbayı,
Bekletmemelidir Seydosman'ı..
Gün dönmüş, gece olmuş,
Neriman Seydosman'a kahve koymuş,
Bir isteği var Neriman'ın, demeye korkarmış,
Fakat en sonunda ağzındaki baklayı çıkarmış,
Kız kardeşleri demişler ki "babamız hasta,
Sabah akşam seni anıp durur, bilsen nasıl yasta"
Seydosman'ın istediği göz bir iken, Allah vermiş iki,
"Gittiğinde o yaşlı moruğa söyle, bendeki borcu da birikti,
Ödesin bir an önce parasını,
Yoksa bozacak bu kalender Efendisi ile arasını"
Neriman gitmiş ertesi gece babasının yanına,
Öpmüş, sarılmış yaşlı babasının boynuna,
Uzun uzun kardeşleriyle konuşmuş,
Hiç bozulmamış odası, büyük bir huzurla uyumuş.
O gece büyük bir gürültüyle kırılmış evlerinin kapıları,
Gök gürültüsü denginde bir sesle bölünmüş hepsinin uykuları,
"Gelsin karşıma bu evin sahibi olan kafir,
Onda alacağım birşey var ki çok acildir"
Neriman arayıp durmuş sesin kaynağını,
Karanlıktır, kızcağız göremez kendi ayağını.
Yaşlı Selim Usta sormuş, kızgın ama sakin bir tonda:
"Bre kimsin ki sen böyle gecenin yarısında gelirsin?
Üstelik evimin kapısını kırıp da ayağına gelmemi emredersin?"
Gök bir kez daha gürlemiş:
"Hala anlamaz mısın ben kimim?
Bütün köyün adını bile anamadığı 'Yeniçeri'yim.
Senin canını almaya geldim bu gece,
Saygısızlık ettin, bir cezayı hakettin bence,
Bu cevabının bedelini ağır ödeyeceksin,
Teker teker kızlarının öldüğünü göreceksin.."
Karanlığın içinden bir karanlık daha büyümüş sanki,
Büyüyüp büyüyüp de kaplamış evin içini,
Herbirinin nefesini söküp almış ciğerlerinden,
Bilmedikleri bir korku okunuyormuş gözbebeklerinden,
Yaklaştıkça o kara gölge,
Sonlarını görür gibi oluyorlarmış önlerinde,
Sonra tuhaf bişey olmuş,
Sanmışlar ki ölüm denilen şey böyle kokuyormuş.
O ağır koku sardıkça ortalığı, bizimkilerin benzi daha çok sararmış.
Sadece Neriman gerçeği anlamış,
Yiğit kız Yeniçeri'ye bakıp konuşmuş:
"Ey Yeniçeri'nin Ruhu! Bütün köy senden neden korkmuş?
Tek meziyetin gecenin bir yarısında kadınları ve yaşlıları uyandırmakmış."
"Sen ne diyorsun be akılsız?
Demek sen olmak istiyorsun öldüreceğim ilk kız!"
Neriman yaklaşmasını beklememiş bu yalan Ruhun,
"Beş aydır ne ile yıkadıysam, gitmedi o pis kokun,
Benden sana bir tavsiye, limon kolonyası diye bişey çıkmış, onu kullan,
Hacımisi kokusunun modası geçeli çok oldu, Seydosman"
Çekmiş almış üstünden kara çarşafını,
Kabak gibi ortaya çıkarıvermiş adamın kocakafasını,
Gerçeği anlayınca Neriman'ın kardeşleri kapmışlar tüfeği,
Köyü terkedene kadar kovalamışlar köpeği.
Halktan topladığı bütün paralar sahiplerine dağıtılmış,
Üç gün üç gece köy meydanında eğlence yapılmış.
"Zalim Yeniçeri'nin Ruhu" efsanesi köyden sonsuza dek silinmiş,
Bu naçiz hikaye de burada bitmiş..

Monday, April 14, 2008

inci böcekleri

sedef gb parlayan kabukları yüzünden bi çok dalgıcın dikkatlerini dağıtarak açık denizlerde boğumalarına neden oldukları için ınsan ırkı için tehlike yaratabilecek canlılar sınıfına dahil olan inci böcekler, sanılanın aksine bunu isteyerek yapmazlar. inci böcekler hayvanları sevdikleri kadar insanları da severler. fakat kendileri çok fazla deniz yüzeyine çıkamadıkları için çok sevdikleri insanları göremezler. halbuki insanlar çok güzel yaratıklardır. mavi vücutları, koskocaman gözleri ve büsbüyük ayakları yüzünden diğer deniz canlıları onlardan korksa da, inci böcekleri yaklaşmaktan korkmazlar bu insancıklara. çünkü 5 saniyede bir gözlerinin hemen altındaki bi delikten çıkardıkları içi hava dolu baloncukları izlemeyi pek severler. hatta bazı inci böcükleri bu baloncukların üzerine çıkıp hızla yükseldikleri bi spor icat etmişler adına da bugnee-jumping demişlerdir..

Saturday, March 22, 2008

mutlu fransız böcekleri


en mutlu böcekler Fransa'da yaşar. Fransız kadınlarının kıllı koltukaltlarında hayatın zevkini çıkarırlar. Kadınlar, geziye çıktıklarında bu mutlu böcekler de Paris'i görür. Ama bu böcekler asla, fransız kedileri ile yaşayan entel böcekler kadar bilgili olamaz. Bu böcekler, güneş gözlüğü takıp, pipo içerler. Kedilerin sırtında, hergün farklı olaylara tanık olurlar. Sanki her biri farklı bi böceğin yaşamından alınmış gibidir entel böceklerin günleri. Kedilerin sırtında iken yiyecek bulmaları da kolaydır üstelik. Çünkü fransız kedileri, en güzel fransız restaurantlarının yiyeceklerini attıkları çöp tenekelrinin yerini ezbere bilirler.. Canları süt çektiğinde "St.Johannes' MilkyWay" dükkanı, ülkenin en besili ineklerinin sütlerinden faydalandığı için, süt piyasasının bir numarasıdır. Ama kedilerin canı balık isterse, her kedi, "Fisher's fishes" da aradığının en iyisini bulacağını bilir. Üstelik aşçı yamağı değiştiğinden beri iyi balıklara ulaşmak daha da kolay olmuştur.(Bu yeni yamak çöp torbalarını tam zamanında dışarı çıkarıyordu, böylece balıklar dışarı çıktıklarında hala taze ve sıcak oluyordu.) Bu yüzden Fransa'da sadece böcekler değil, kediler de mutludur..